Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Uzaydan bakınca ülkelerin sınırları bile görünmezken ne oluyor da biz insanlar kendi sınırlarımızı dünyaya ve kendimize işlemek konusunda bu kadar ısrar ediyoruz? Avrupa’nın ilk kadın astronotu Claudie Haigneré’ye sorduk.
Okyanustan öğrendim ki; fazlasıyla hareket hâlinde olan bir şeyin üstünde dans
etmek zordur. Yavaşlamak lazım. Güneşin zamanına izin vermeli insan, Ay da kendi vaktinde çıkacak.
Bir askerden öğrendim ki, her çocuk bir ananın evladıdır, bu sadece kan görünce hatırlanır.
Bir gezginden öğrendim ki, tamamlanmaya giden yol yoktur, sadece keşfedilecek bir dünya vardır.
Ev dediğin yer ise sevgidir, sevgi seçimdir ve seçim de senindir.
- Jacob Banks
Google Maps’i açıyorum. GPS ile nerede olduğumu algılayan mavi yuvarlak nokta şu anda bulunduğum sokakta yanıp sönüyor. Mavi noktadan çıkan koni şeklindeki ışık huzmesi sağ tarafı gösteriyor, sanki o tarafa gitmem gerektiğini söylermişçesine... Sağ ve sol başparmaklarımı ekranın sağına ve soluna yerleştiriyorum. Ekrana bastırarak parmaklarımı birbirine doğru kaydırdıkça önümdeki harita genişliyor. Önce olduğum şehri görüyorum, sonra içinde bulunduğum ülke ve ardından bütün kıtalar görünür oluyor. Üç dört seferden sonra aynı eylemi tekrarladığımda artık bir şey değişmiyor. Bir bakıma dünyanın bu uygulama üzerindeki sonuna gelmiş oluyoruz. Çoğu kıta aynı anda ekranda görünüyor ama Amerika ve Antarktika’yı görmek için ekranı sağa ve sola kaydırmam gerekiyor. En fazla bu mesafeden bakabiliyorum dünyaya. Daha uzağa gidemiyorum ve takılıp kaldığım bu perspektiften bakınca ülkelerin sınır çizgileri haritanın üzerinde hâlâ çok net. Her şey çok grafiksel, baktığım görselde pek bir duygu yok. Ben dünyaya baktığım noktada ve duyuda sıkışıp kalınca Avrupa’nın ilk kadın astronotu Claudie Haigneré yardımıma koşuyor. Bulunduğu o yerçekimsiz yerden beni sırtımdan hafifçe geriye çekerek, kendine doğru ivmelendirip yanına alıyor ve söze başlıyor: “Uluslararası Uzay İstasyonu’nun camından dünyaya bakarken, bu üzerinde yaşadığımız yere hem hayran kalıyorsunuz hem de onun kırılganlığını ve hassasiyetini daha iyi anlıyorsunuz. Dünyamıza uzak mesafeden olan bu bakış bize insan olduğumuzu hatırlatıyor, uzayda zaman geçirince dünyaya ne kadar bağlı olduğumuzu daha iyi anlıyoruz. Sorumluluklarımızı hatırlıyoruz. Peki, bu sorumlulukların sınırları nerede? Bugün sınır dediğimiz şey bir yere sabit değil, aksine her an değişiyor. Bu değişim bazen bir krizle bazen de bir diyalog aracılığıyla olsa da... İnsanlar olarak sınırlarımızı veya sınırların nerede olduğunu ne kadar biliyoruz? Dünyanın üzerinde doğal veya politik olarak meydana gelmiş sınırlar, canlı ve cansız varlıklar arasındaki sınırlar, bilinen ve bilinmez arasındaki sınırlar, gerçekle yalan arasındaki sınırlar, kişisel arzularımızla toplumun yararı için yapılanlar arasındaki sınırlar, keşfedilecek yeni yerler ile zarar vermemek için dokunmamayı seçeceğimiz alanlar arasındaki sınırlar... Bütün bunlar değişken, karmaşık ve belirsiz. Sınırları daha iyi tanımlayabilmek için bizim onlara verdiğimiz anlamlara bakmamız gerekiyor; biz bir şeyi ne kadar sınır olarak tanımlıyoruz ve bu tanım doğrultusunda nasıl hareket ediyoruz?”
Bu sözleri duyduktan sonra; “Her şey bizim elimizde, o sınırı nereye çekersek o olur” demiyorum. Biz “o” sınırı çektikten sonra o sınır biz veya başkaları tarafından aşılabilir, ki bazen aşılması biz ve başkaları için daha bile iyi olabilir. Ancak belki de şunu hep hatırlamamız gerekiyor; sınırlar hep belirsiz ve beynimiz çoğu zaman kendi çizdiğimiz sınırları bile bize bir başkası çizmiş gibi gösterebiliyor. Dolayısıyla “Tek sınır sensin”i birçok farklı şekilde duyabiliriz: “Hayalini kurduğumuz şeylerin önünde tek engel biziz, hayatta istediğimizi yapabiliriz”, kesinlikle bunlardan bir tanesi ki, Claudie Haigneré de buna bir ekleme yapıyor: “Zaten içinde olan şeye dönüşmeye cesaretin olsun”. Bu doğru ama biz bu sefer bu söylemin diğer anlamını duyalım, ne de olsa dilimizin sınırlarını da belirleyen biziz: Aslında tek engel biziz, sadece elimizde olanlar hakkında konuştuğumuzda bile. Hayatta bir sürü sınır olabilir ama onları çıkmaza sokan en çok da biz değil miyiz? Kendi karakterimize sınırlar koyan, ülkelerin sınırlarının geçilmemesi gerektiğine inandığımız için başka insanlara ateş açan, travmalarımızın sınırına takılıp hayatımıza aynı hikayeleri sürekli geri getirmeye çalışan? Claudie’nin söylediğine göre uzaydan dünyaya baktığında ülkeler arasında sınırları görmüyorsun, belki bizim de sınırları kaldırabilmemiz için kendimizden uzaklaşmamız gerekiyordur. Bugün dünya haritası bile her gün yeniden yazılırken, biz mi değişemeyeceğiz?