Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Ocak ayı boyunca farklı şehirlerde farklı kuşaklardan farklı insanlara, Şubat nostaljisi merakıyla sorduğum soru sabit: Barış Manço’yu nasıl bilirdiniz?
Yanıtlar muhtelif... Muhtelif derken, insanların Manço’nun hayatlarına nasıl bir şekilde dokunmuş olduğuna dair anlattıkları hikayelerde çeşit bolluğu söz konusu. Yoksa yanlış anlaşılmasın, tepkiler en ciğerden “İyi bilirdik” eşliğinde geliyor.
Çocukluğu, Adam Olacak Çocuk programının revaçta olduğu 90’lara tekabül eden bir arkadaş, Barış Manço’nun beklenmeyen vefat haberinin geldiği, 1 Şubat 99 tarihine dair bir anısını aktarıyor: Arabada maaile gidiyorlarmış, Barış Manço’nun öldüğü haberi alınmış. O, bu sırada, Manço’nun programda hep tembihlendiği gibi, arka koltukta, kemeri takılmış bir şekilde oturuyormuş ve ortama çöken kasveti delerek, “Yağmur mu başladı?” diye sormuş. O sırada yağmur yağmıyormuş oysa. “Meğer ağlıyormuşum, farkında değilim” diyor.
Bu hikayeyi anlatan gençten arkadaşın sülalesi neredeyse silme tıbbiyeli. Hani serin şöyle dursun, soğukkanlı bilim insanları... Konuşurken sesi, regresyondan mırıltıya dönüşüyor. Benzer bir “ağlayan çoçuk” hikayesini, hamaset şiiri duyarlılığında aktaran finansçı bir başkasından dinlemişliğim de var ki o, otomobil kemeri yerine diş fırçalama çeşnili kendi öyküsünü dile getirirken, eni konu gözleri doluyor.
Barış Abi’nin minik hayranları bugün çoktan “adam oldu". Fotoğraf:barismanco.com
Ben Adam Olacak Çocuk programının başladığı 88 senesinde 16 yaşında bir ergendim. Dolayısıyla hadiseye öyle anaokul-ilkokul ıspanağı naifliğinde yaklaşmamın mümkünatı yok. Yine de söz konusu Barış Manço’ysa çok ahkam kesmeden önce titreyip kendime gelirim. Mesela 81 yılında piyasaya sürülmüş Arkadaşım Eşşek şarkısıyla ilişkim, psikanaliz kaldırır cinstendir. İlkokul aşkımın fon müziğidir desem! Yaban taylarıyla, Sarıkız adlı bir inekle, çilli horozlarla falan herhangi bir teşriki mesaisi olmayan kentli bir çocuğun, aşık olduğu oğlanı düşünüp hislenirken, arkadaşı eşeke uzun kulaklarını son bir kez sallaması için talimat veren birinin terennüm ettiği köy hasreti temalı bir şarkıyı dinlemesi nasıl bir şeyse artık?
Barış Manço, kendi tahlilini herkesten daha iyi yapabilen bir insan olsa gerek. Gökhan Akçura’nın İnsanlar Alemi adlı kitabında da yer alan, 80’lerin ortalarında gerçekleşmiş söyleşide, çocukların üzerinde yarattığı bu derin etkiyi şahane tarif ediyor: “Çocuklar zannediyorum, beni daha çok Tarzan, Red Kit falan gibi, bir resimli roman, bir masal kahramanı gibi görüyor. Dış görünüşüm, kıyafetlerim, takılarım ve de onların çok anlayacağı bir dille şarkı söylemem onlara cazip geliyor. Büyük bir kısmının gözünde Tarzan’dan farkım yok. Karşı karşıya geldiğimizde şaşkınlık içinde bakıyorlar bana, aaa, bu da babamız gibi birisiymiş, diye. Ama ben özellikle çocuklar için şarkı yazmıyorum. Arkadaşım Eşek’i ben çocuklar için yazmadım. Fakat çocukların çok iyi aldığını görünce, olayın biraz daha üzerine gidip, bir çocuk programında bu şarkıyı söylemeyi yeğ tuttum. Ondan önce Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’yı seçmişti çocuklar. Ve benim gündemimdeki son parçam Halil İbrahim Sofrası ki, müzik zamanlaması, söz, içerik bakımından en ağır parçamdır. Altı dakika süren bir şarkı o. Muazzam uzun sözleri var ve çoluk çocuğun dilinde o parça. Normalde çocukların küçük bir kısmını bile ezberlemesinin çok zor olduğu bir şarkıdır, ama öyle... Oralarda kendilerini bulabildikleri bir şeyler mutlaka oluyor. Aslında, Halil İbrahim Sofrası diye bir deyim de yoktur. Halil İbrahim Bereketi vardır. Bir de Zekeriya Sofrası diye bir deyiş vardır. Yıllardır kendi absürd anlayışım içinde, çaktırmadan sürdürdüğüm başka bir taktik bu. Hiçbir şeyi folklordan olduğu gibi almıyorum, kendi kafama göre yeni baştan yazıyorum.”
Şarkıları için sarf ettiği bu cümle, Barış Manço’nun bizzat kendisine de rahatça uyarlanabilir. 1958’de başladığı müzik hayatında 200’ün üzerinde beste yapmış, 12 altın, bir platin albüm ve kaset ödülü sahibi ve devlet sanatçısı olan Manço, bu toprakları tarif ederken en sık başvurulan klişe olan “doğuyla batı arasındaki köprü” tabirinin vücuda gelmiş hali gibi. Müziğe Galatasaray Lisesi’nde okuduğu yıllarda başlayıp, Belçika Kraliyet Akademisi’ndeki güzel sanatlar tahsilini sekiz senede de olsa birincilikle bitiren, 7’den 77’ye Barış Manço programıyla dünyayı dolaşıp Ekvator’dan Kuzey Kutbu’na dünyanın dörtbir köşesinde gerçekleştirdiği çekimler nedeniyle ismi Barış Çelebi’ye çıkan Manço; İngilizce ve Fransızca söylediği twist parçalarından çıktığı yolun nihayetinde Anadolu rock’ın kurucularından biri olarak tarihe düştü.
Fotoğraf:barismanco.com
Ve Belçika’da uzattığı saçlarıyla bıyığını, o tarihten sonra askerlik dönemi haricinde hiç kesmedi, birçok parmağına taktığı alameti farikası olan yüzüklerini hiç çıkarmadı. Öyle ki, askerlik döneminde Boğaz Köprüsü’nün açılışı için izin alarak verdiği konserde, kendi kesilmiş saçlarından oluşmuş peruğu takarak sahneye çıktı.
Manço, Gökhan Akçura’yla söyleşisinde, tazını nasıl oturttuğunu şöyle anlatıyordu: “Fiziksel değişim biraz tesadüfler yardımıyla oldu. 1967’de büyük bir araba kazası geçirdim Hollanda’da. Şimdi bıyığımı kessem, bütün izler altından olduğu gibi çıkar. Bütün suratım boydan boya kesilmişti, kaşımdan çenemin altına kadar, sonra onu kapatmak için bıyık bıraktım. Bıyığımın altı olduğu gibi kesiktir benim. Bu bıyık böyle kendi kendine oluştu. Tabii aşağı doğru sarkan bir bıyık olunca, saçı da aynı oranda uzattım. Derken bu saç ve bıyıklar kravat ve takım elbise üzerinde garip durmaya başladı. Otomatikman elbiseler de başladı aşağı doğru sarkmaya… Saçaklar, püsküller falan derken, ben kıyafetimi buldum. Ancak 1967’ye kadar da benim çok konvansiyonel bir görüntüm yoktu zaten. Lisedeyken de saçlarım uzundu. Sadece geriye tarardım o zamanlar, o zaman öyleydi, kulaklar açıkta kalırdı, birayla ve limonla ıslatıp arkaya doğru tarardık. Bugün Travolta’nın saçı, 25 sene evvel ülkemizde başka bir şekilde vardı zaten. 67’de gerçek değişime uğradım. Ondan beri hiç değişmedim. O yıllarda uzun saç modaydı, onun da yardımı oldu. Sonra o modalıktan çıktı. Mevsimler geçti, ben kaldım.”
Batıkan, Lale, Barış, Doğukan Manço, Fotoğraf:barismanco.com
Barış Manço’nun büyük oğlu Doğukan Hazar Manço babasının tarz değiştirmemiş olmasından zaman zaman şikayet etmiş: “Ben babamı ne kısa saçlı gördüm ne bıyıksız gördüm. Hatta bir gün sordum, ‘Baba ya, bir kere de bıyıksız göreyim seni’ diye. ‘Oğlum, insanlar beni böyle bildi, böyle benimsedi, ben şimdi tarz değiştirirsem, yadırgarlar’ demişti. Kendisine ve insanlara saygısından dolayı şekilden şekile giren bir insan olmak istemiyordu.”
Doğukan Manço’nun ev-ofisinde dur durak bilmeyen bir çalışma sürüyor. Barış Manço’nun yapım aşamasında olan resmi sitesi bir yandan, geniş bir arşivin, 78 bin dakikaya yakın görüntünün dijitale aktarılma işi bir yandan, Barış Manço’nun ölümünün 12. yıldönümü vesilesiyle 31 Ocak’ta başlayacak ve bir hafta sürecek olan etkinliklerin organizasyonu bir yandan... Baba mesleklerinden birini seçen, televizyon kanallarında rejisörlük yapan Doğukan Manço, aynı zamanda Barış Manço’nun vefatıyla birlikte başlayan ve nereyese 10 yıl süren, taze atlatılmış mali sıkıntının ardından, şirketi düzlüğe çıkarma mesuliyetini de yüklenmiş. Batıkan Zorbey Manço, bu aralar askerlik vazifesini yerine getiriyor.
Doğukan Manço, 30 yaşın ötesinde bir olgunluk arz ediyor. Kardeşi Batıkan gibi uzun saçlı olmasa da babasına çok benzeyen fiziğinin yanında, onun cümleleleri mitralyöz gibi sıralayan telaşlı konuşmasının, kıpır kıpır jest ve mimiklerinin aksine çok dingin bir havası var. Barış Manço gibi kuvvetli bir figürün gölgesinde freudiyen sıkıntılar yaşamadan var olabilmek zor zanaat olmalı. Üstelik Barış Manço herhangi bir şöhret de değil. Genç kızların sevgilisi bir jönden de bahsetmiyoruz neticede. Adile Naşit, nasıl ki belli bir jenerasyonun anne figürüyse, Barış Manço’nun da baba figürü olduğu söylenebilir pekala: “Babamın çok kuvvetli bir sanaçı kişiliği var, tamam ama esas çok kuvvetli bir iletişimi var. Gittiği yerlerde o insanların kıyafetlerini giydi, o insanların yemeğini yedi, dilini konuştu. Bir taraftan da her evin içinde. Düşünsene, senin çocuğun onun sayesinde diş fırçalamasını öğreniyor, ıspanak yiyor, süt içiyor, arabada kemer takıyor, arkada otuyor... Ben bu arada hep duygularımı erteledim. Genç yaşımda babamın benden başka çocuklarla bu kadar samimi olması, beni içten içe yiyordu diyeceğim ama, ben bunu sonradan anladım. Mesela babamın programını seyretmez oldum. Batıkan, dinlemek istiyordu ama seyretmiyordu, televizyona arkasını dönüyordu. Adam Olacak Çocuk döneminde böyle bir tavır almışız, başka çocuklarla ilgileniyor çünkü, biz evde görmüyoruz bile. Daha ilerki yaşlarda biraz hırçınlaştım. 98’de televizyonu hafifletip ailesiyle ilgilenmeye
başladı. Dolayısıyla karakterim değişti, yumuşadım. Mütevazı, daha anlayışlı bir insan olmaya başladım. Ama ondan bir sene sonra falan da daha doyamadan babayı kaybettim. Onu kaybedince daha iyi anladım, gördüm. Babamın çok sevildiğini biliyordum ama böyle bir şey hiçkimsenin aklına gelmezdi. İki milyona yakın insan vardı ya cenazede!..”
Barış Manço, birçok parmağına taktığı alameti farikası olan yüzüklerini hiç çıkarmadı.
Babayı kaybetmek tabii ki hiç kolay olmamış: “99’dan sonra, babasının oğlu sorumlulukları başladı, bir anda büyüdüm. Benim teselliye ihtiyacım varken, ben insanları teselli ettim, bundan da o iki sene boyunca zarar gördüm. Günde 16 saat uyku uyuyordum. Allah insana ‘unutma’ diye bir duygu vermiş, ‘zamanla acı hafiflemesi’ diye bir şey vermiş... Televizyonu, radyoyu ne zaman açsam babam var, gören her insan ‘Ah babacığın’ diye ağlıyor. Babanı daha yeni kaybetmişsin. O yük çok ağır geldi, yurt dışına kaçmak zorunda kaldım. Çünkü Batıkan’ın da benim de kişiliklerimiz zarar görmeye başladı. Şimdilerde kendi hayatımı kurmaya çalışıyorum ama çok arada deredeyim yani... Bunu herkes anlayamaz. Çünkü ben Barış Manço’nun oğlu kimliğinden sıyrılmak derdinde değilim ama bugün facebook hesabımı açtığım zaman günde en aşağı 20 mesaj geliyor, bunların en az 15’i ‘Babanı çok severdik’ diyor.”
Barış Manço’ya ait ne var ne yoksa, müzeye (Barış Manço, Moda, 81300, İstanbul) koymuşlar. Doğukan Manço, bir tek vefat ettiği gün üzerinde olan kıyafetleri kendisine saklamış. Batıkan Manço’da ise bir okuma gözlüğü duruyormuş, o kadar. Kimonolar, kaftanlar, yüzükler, çizmeler, ne varsa, “öbür çocuklarla” paylaşılmak üzere, müzede: “Babam oldum olası hep çizme giymiştir. 70-80’lerde çok marjinal bir tarzı varmış. 85’ten sonra, ayakkabı mayakkabı giydiği bir dönem de oldu. O dönemlerde önceliği televizyona verdi. 81 benim doğduğum sene, 89’a kadar, sosyal mesajların ağırlıkta olduğu şarkılar yapıyordu: Kazma’ydı, Halil İbrahim Sofrası’ydı... Daha sonra birazcık Anadolu Rock’tan pop müziğe yönlendi. Bir de aile babası artık, iki tane çocuk geldi falan... O marjinallikten biraz sıyrıldı. Ondan sonra yine kovboy çizmelerine verdi kendini. Bizim için evde olmak da, seyahat demek de, Belçika’daki evde olmaktı daha çok. Oradayken saçını toplardı mesela, kovboy çizmesi giymek zorunda değildi. O rahatlık başka bir şeydi. Bir de enteresandır, babamın hiç takip ettiği biri yoktur. Mesela 88-98 yılları arası, televizyon programları yaptığı dönemde, çok fazla gezdiği için bir sürü yerel kıyafeti oldu. Takip ettiği birileri yoktu ama takip ettiği kültürler vardı. Hem doğu, hem batı, kovboy çizmesi giyer ama üstünde de şalvar vardır mesela. Değişik bir kreasyon... Yüzük vardır ama küpe yoktur mesela... Dövme de hiç olmadı, sakal da bırakmadı. Babam öyle evde pijama eşofman gibi şeyler de sevmezdi, kimono giyerdi. Evde kalkıp kimseye imaj sergilemiyor sonuçta, tarzı o. Belçika’da da böyleydi...”
Fotoğraf:barismanco.com
Barış Manço ile tanışıklıkları ikisinin de mezunu olduğu Şişli Terakki Lisesinden. Devamında Belçika Kraliyet Akademisi’nde öğrencilik. Cemil İpekçi’yle konuşuyoruz. Tıpkı Manço gibi bıyığıyla meşhur İpekçi, takı merakından etnik çizgilere yönelmesine kadar Manço’nun kendi tarzı üzerinde etkisi olabileceğini anlatıyor onun stilini irdelerken: “Barış benden biraz büyüktü. Ben Şişli Koleji’nde ortaokulu bitirirken, Barış liseyi bitiriyordu. Çok hayran olduğum biriydi, sanatçıydı. Hepimizin farkında olmadan idolleri olmuştur. Ben de 68 kuşağıyım. Belki bu kadar bol takı takmamda onun etkisi olmuştur. O da hep kaftan giyerdi, yıllarca ben de kaftan giydim. Kendimle çok özdeşleştirdiğim bir sanatçıdır. Akademiye gittiğimde, saçlarım benim de omzuma kadardı. Müşterek noktalarımıza baktığımda o da etnik bir sanatçıydı, ben de etnik bir tasarımcıyım. O da hep toprağından ve geçmişinden esinlenmiş. İz bırakmasının en büyük sebebi, kökleriyle bu kadar sağlam duruşuydu bana kalırsa. Anadolu’da elinde bir çalgıyla kent kent dolaşan şairlere de benzetirim, Alevi dedelerine de benzetirim onu. İkimiz de eski ne varsa toplardık. Kadıköy’de o eskicilerde buluşur, sonra evde çok gülüşürdük. Benim beğendiğim bir şeyi o almış olurdu, onun beğendiği bir şeyi ben alırdım. İkimiz de Çin porselenlerine çok düşkündük.
Barış Belçika’dan Türkiye’ye döndüğü zaman etnik giyiniyor ve takılar takıyordu. Baktığınız zaman çok doğru bir şey yapmışız. Son 25 yılda, bütün dünya etniğe döndü. Kimse şalvar giymeden biz giydik. Kimse kaftan giymeden biz giydik. Kimse parmağına 10 yüzük birden takmazken, biz taktık. Giyimiyle ekol olmuş bir insan. Hala, bugün bile yaşayan bir tabirdir, başparmağı da dahil, yüzükler takmış birine ‘Barış Manço gibi’ denir. Bıyığı da öyle... Takım elbise kıravat da giymiştir ama giydiğinde onu bile kendisine çevirmiştir. Barış, hiçbir zaman insanların istediği biçimde giyinmedi, insanların koyduğu kurallara göre yaşamadı, müziğini öyle yapmadı. “
Havaalanında karşılaştığım bir arkadaşımla uçağı beklerken oturup laflıyoruz. Yanında 4,5 yaşındaki kızı var. Lafı Barış Manço’ya getiriyorum. Kızının en sevdiği şarkının Kurban’ın cover’ladığı Sarı Çimeli Mehmet Ağa olduğunu söylüyor. Buyrun buradan yakın... “Barış Manço kim biliyor musun?” diye soruyorum bıcırığa... Bilmiyormuş. “Merak etme, illa ki öğrenirsin” diyorum.