Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Fotoğraf: Ekin Özbiçer, Moda editörü: Ece Öğütoğulları
Aslı Enver ile, Pera Palas’tayız. Tarihi otelin geçmişini hatırlatan belgelerle, fotoğraflarla dolu katlarda dolanıp dururken, çekim ekibinin arasında, fotoğraflar banyo edildiğinde (Ekin, dijital çalışıyor ama olsun, banyo demek de nostaljik bir tat)? perdelerin arasından fotoğraf çekimini izleyen hayalet suretleri de çıkar mı acaba esprileri dönüyor.
Kalın, apartman topuklar üzerinde poz veren Aslı Enver; “Bu kadar uzun olsam başka biri olacakmışım demek; anatomim değişti, bir tuhaf hissediyorum” deyip güldüğünde; “Ya, öyledir” diye cevap veriyor Ekin: “Topuklu ayakkabı giymek bir de sakız çiğnemek karakteri değiştirir derler.” Enver, bunun üzerine daha çok gülüyor. Poz vermediği, sair anlarda, ifadesiz durduğunda bile yüzünde gülücük varmış gibi görünen kedi yavruları gibi zaten. Daimi mütebessim...
Fotoğraf: Ekin Özbiçer, Moda editörü: Ece Öğütoğulları
Ve çok güzel konuşuyor... Diksiyonu, cümle dizimleri, kelime haznesi... Alın, bir zamanların TRT’sine spiker olarak yerleştirin, misler gibi altından kalkar. Ki bu durum, insanlık için küçük olabilir ama Aslı Enver için hakikaten büyük adım.
İngiltere doğumlu, ilkokulu orada bitirip, Türkçe okuma yazmayı, Türkiye’ye yerleştiği on iki yaşında öğrenmiş biri ve üstelik disleksik. Bakmayın yani, lisanına iltifat etmeye yeltenecek olsanız, son altı-yedi yıldır bu rahatlıkta konuşabildiğini, başlarda çok zorlandığını söylüyor hemen. Hiç çaktırmadığı için tebrik ediyorum. Daha yakın bir geçmişe kadar “Yemek üşüdü” gibi “Food is getting cold” kötü dublaj çağrışımı yapan berbat cümleler kurduğunu anlatıyor kahkahalarla.
İçgörüsü sağlam biri; kendiyle ilgili gayet net tahlilleri var. Ne hak etmediği iltifatı beleşten alıp kabul edecek, ne hak etmediği yergiye prim verip karalar bağlayacak türden insan modeli...
Fotoğraf: Ekin Özbiçer, Moda editörü: Ece Öğütoğulları
Çabuk öğreniyor. Hayat, çabuk öğrenmeyi, sert bir tedrisatla öğretmiş...
İstanbul’da bitirdiği lisenin ardından İngiltere’ye dil öğrenmeye giden Dilek Hanım ile sekiz yaşından beri Londra'da yaşayan bir Kıbrıs Türk’ü olan Göknur Bey’in tanışıp aşka düşmesi sonucu dünyaya gelen üç evladın ortancası: “Vakti zamanında babaannem Londra ordusuna üniforma dikiyor. Olaylar patladığında buyrun gelin istiyorsanız, diyorlar; o vesileyle Londra'ya taşınıyor babamın ailesi” diye anlatıyor: “Babamın annemden önce bir evliliği ve üç çocuğu var; çok genç yaşta evlenmiş orada. O yüzden başta anneannem ve dedem pek istemiyor bu birlikteliği ama babamı tanıyınca işler değişiyor. Babam çok sempatik ve cana yakın bir tip olduğu için ordan kandırıyor bizimkileri... Öyle evleniyorlar, Londra’da bir hayat kuruluyor. Abim Akın’la aramızda iki yaş var, o ilkokulu bitirdiğinde Türkiye’ye geldi ilk olarak. Arkadan ilkokulu bitirince ben, annem ve kız kardeşim Anıl da Türkiye’ye geldik. Babam da gelecekti ama birtakım ailevi durumlardan ve işlerden dolayı gelemedi. Uzaktan ilişki sürdürmek zor. İşler planlandığı gibi yürümeyince zaman açıldı, zaman açılınca hayatlar uzaklaşmaya başladı. Zaman içinde boşandılar.”
Dönüş gerekçeleri, annelerinin çocuk büyütürken Londra’da yabancılık çekmesi. Çocuklar ortaokulu, liseyi Türkiye’de okusun, üniversite çağına gelince nerede olmak istediklerini kendileri tayin etsin kararı alınınca başlıyor Türkiye macerası. Aslı Enver’in verdiği karar belli. Londra’yı özlüyor, gittiğinde mutlu oluyor ama seyahat on günü geçer geçmez sıkılmaya başlayıp Türkiye’ye dönmek istiyor.
Çift lisanla büyüdüğü çocukluğunun Türkiye’si, sömestr ve yaz tatillerindeki ziyaretlerden ibaret: “Evde annem bizle hep Türkçe konuşurdu, biz İngilizce cevap verirdik. Babamın Türkçesi çok kötü, konuşmasa daha iyi yani... Okul tatillerinde Türkiye’ye gelince de anneanneden, dededen bir kulak dolgunluğu oluyordu tabii ama benim ne konuştuğum pek anlaşılmıyordu. Yazın, Çınarcık’taki yazlığa giderdik; depremden beri gidemiyorum ama eskiden çok güzeldi, faytonlarla hatırladığım bir Türkiye var o yıllardan. Bir de kışın uçaktan inerken, burnuna kömür kokusu gelir. Çınarcık’la İstanbul’u öyle ayırt ediyordum. Kömür kokan İstanbul, kokmayan Çınarcık... Güzel sanatlara gitmeden önceki ilk dört sene bayağı zorlandım. On iki yaşında başka bir ülkeye gelmişsin, Türkçen yok, Türkçe okuma yazman yok. Zaten ilkokulda dehşet bir eğitim var Türkiye’de; matematik, fen, coğrafya, tarih... Eğitim sistemi farklı, ne olursa olsun, kültür de farklı... Bir de üstüne disleksiğim. Zordu... Türkiye’de disleksi ?lan pek bilmiyorlardı o zamanlar. Londra’da fark edilmesi de ilkokul üçü buldu. Orada okuma yazma falan geç öğretilir çocuklara. Matematikte de iki elma ?üç armut falan öğrenirsin en fazla. İlkokulda hiç zorlamazlar çocukları, daha çok genel kültür, gezi türünde geçer hayat. Buraya geldiğimizde hepsi çok üst üste geldi. Bana çok normal gelen bir şey yapıyorum diyelim, bütün öğrenciler hep birlikte tepki veriyor; kendime herhalde yanlış bir şey yapıyorum diyorum ama ne yaptığımı da bilmiyorum. Mesela Londra’da kızlar, oğlanlar çok iç içe yaşar; yakın arkadaşlarımın arasında bir sürü erkek vardı. Çocuksun zaten, ne olacak ki... Buraya geldiğimde, ilk gün gidip de bir erkek öğrencinin yanına oturunca, acayip acayip fısıldaşmalar falan olmuştu... Çocuklar malum, bayağı acımasız olabiliyorlar. "İngilizce konuşsana"lar, Türkçe oku da görelim’ler falan gırla... Fakat bir sürü şey de katıyor tabii bu durum insana. Daha donanımlı oluyorsun, kendini korumayı öğreniyorsun. Eskiden çok duygusal, çok kolay ağlayabilen bir tiptim, belki de iyi oldu böylesi...
Fotoğraf: Ekin Özbiçer, Moda editörü: Ece Öğütoğulları
Tiyatro eğitimi almak üzere evlerinin yakınlarındaki Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne kabul edilmesi, hayatında markant bir durum. İkinci haftaya kalmadan hayatta başka bir şey yapmak istemediğinden emin, kendisini ilk kez orada, bir yere ait hissediyor: “Oradaki çocuklar da benim gibiydi. Dışlamadılar, ne bileyim, giydiğimle dalga geçmediler. Kendini daha iyi ve güvende hissediyorsun. Ben oradan bir yürüdüm, güzel sanatlar lisesine geçtim. Zaten Türkiye’de sadece bir tane lise vardı o sırada tiyatro eğitimi veren, Pera Güzel Sanatlar ki onun da birinci senesiydi. Orada o kadar güzel bir dört sene geçirdim, kurduğum dostluklarla o kadar mutlu oldum ki benim üniversitem Pera’dır derim hep.”
Lise bittikten sonra Londra’ya dönecektir güya ama gün gelip çatınca, gitmek istemez. Güzel sanatlarda okuduğu için ÖSS’yi kolay kazanamayacağını düşünür. Laf ola beri gele sınava girip, yarım saati doldurup çıkar. Bir sene boyunca, ne yapacağına karar vermeden evde oturur: “Anneannemin bacağı kırılmıştı o yıl; evde yatak döşek bir durum var, ben ona yemekler yapıyorum. Ben senin bana bakmanı değil, okumanı istiyorum, sana hoca tutacağım diye tutturdu anneannem. Emekli maaşıyla bana hoca tuttu. Çağlar Hoca ki bana doğru düzgün Türkçeyi öğreten kişidir, bana bakıp edebiyatı kuvvetli aslında, soru mantığını çözerse becerir dedi. Disleksik olduğum için ekstra zamana ihtiyacım var ama disleksi çok tanınmadığı için ekstra zaman vermiyorlar. Bizim sınava çalıştığımız sırada Hayat Bilgisi işi geldi. Oradan da harçlık çıkarmaya başladım.”
ÖSS’yi, barajın tam bir puan üzerini alarak kazanır. Müşfik Kenter’le çalışmak çok istiyordur, dolayısıyla onun eğitim verdiği Haliç Üniversitesi’ne başvurur, yetenek sınavını vererek kabul edilir. Üniversitede okurken, bir yandan da gençlik dizisi furyasına yol veren, yıllar süren bir TV fenomenine dönüşen Kavak Yelleri’nde rol almaya başlar: “Hem dizi hem okul, biraz zor bir süreçti ama anneanneme söz verdiğim için okulu dondurmayı da düşünmedim. Alttan alttan dersleri vere vere, okulu dört senede bitirip diplomamı anneanneme hediye ettim. Çok mutlu oldu.”
Fotoğraf: Ekin Özbiçer, Moda editörü: Ece Öğütoğulları
Beş yıl süren Kavak Yelleri’nin kadrosuna çocuk girip genç çıktığını söylüyor. O süreçte “başına gelen” şöhretin farkına varabileceği bir durum pek olmamış: “İzmir’deydik zaten, İstanbul’a gelince dizinin aslında ne kadar patladığını anladık. Hem öyle, biz ne kadar parladık havalarına girilecek bir durum yoktu. Çok çalışıyorduk bir kere ve kendi aramızda, kendi yağımızla kavrulup gidiyorduk. Çok sabahlıyorduk, tek yönetmen, tek kamera, tek ekip... Bir yandan da okumaya çalıştığım için, gel git, gel git; gün bilirim ki üç ayrı sefer uçağa biniyorum. Kulağımda östaki borum zedelendi o ara uçağa binmekten. Çok şey öğrendim o dönem. Hepsi cepte, hepsi duygu, hepsi işime yarıyor aslına bakarsan. Her yaşadığın sen bugün kimsen, onu oluşturuyor. Ekstra duygusallığınla ya da duyarsızlığınla, sen neysen ona dönüşüyorsun.”
Kavak Yelleri’nin peşi sıra Suskunlar, Kayıp (Kayıp’taki, hakikaten çok iyi bir performans sergilediği, çok dişi, çok katmanlı bir kadın karakter olarak andığı Özlem rolünü en sevdiği işi olaraki anıyor), Bana Artık Hicran De, komedi hevesini aldığı Mutlu Ol Yeter ve Kış Güneşi ile İstanbullu Gelin dizilerini, bir kısa, üç uzun metraj sinema filmini Ayna, Tamam Mıyız, Kardeşim Benim, Öteki Taraf ve Craft’ta sergilenen bir tiyatro oyununu Personel kapsayan bir kariyeri var. Hazırlığında çok emek harcayıp, zamansız bir şekilde yayından kaldırılan işlerde kalbi kırılmış bazen:
Ben bu yaşıma kadar beceremedim en azından. Yine her şeyi silbaştan, en içinden hissediyorsun. Bir işe girerken, şu kadar sürer, bu kadar reyting alır gibi öngörülerden de uzak durmayı öğrendim ama artık. Ben işimi iyi yapayım, takdiri başkasına kalsın diyorum, inandığım işlere girmeye özen gösteriyorum bir tek.
Hep böylesine, bir yandan tevazu içeren, dümdüz tahliller... Kötüye tutunmayı anlamsız buluyor. Acısıyla beslenip oradan yaratan insanlardan değil: “Oralara girmeyi sağlıklı bulmuyorum. Yoksa şu dönemde, oturup vahlanacak bunca varken, ölmem gerekir. ?urdumduymaz biri de hiç değilim ama bir şey olduğunda, niye bana oldu diye hayı?anmaktansa ne oldu, niye oldu, şimdi ne yapmak lazım, o tarafından bakıyorum hayata.”
Aklına gelen bir motto var mı diye sorunca, yine anneannesini anıyor: “Anneannem hep şey derdi; karşındakine sen haklısın dersen kavga çıkmazmış. Hiç katılmadığım bir söz ama kulağımda yer etmiştir. Doğrudur, kavga çıkmaz ama o zaman da kendinle kavgaya girersin. O da fena...”
İnsanda bu kadar sağlam içgörü varsa, kendisiyle kavgaya girecek olsa da yine kendisi kazanır zaten herhalde diye düşünüyorum. Benimki de bir nevi Türkçe dublajı gibi oldu ama anladınız işte...