Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Gözümüzü açıp kapatana kadar geçen süre içinde Alicia Vikander çok tanınmayan bir genç kızdan 2016 Oscarlarından birine aday bir oyuncuya dönüştü. Rob Haskell Hollywood’un hızla yükselen yıldızıyla buluştu.
Sabah saat tam 5:45’te, anlaştığımızdan yarım saat önce, kapı zilim çaldı. Sanırım, uykusuzluktan, benim kadar suratsız, takım elbiseli bir şoför görmeyi bekliyordum açtığımda. Yıldız yolcusu, arabanın buğulu camları arkasında bekleyen bir şoför. Onun yerine karşımda siyah taytı ve spor ayakkabılarıyla Alicia Vikander vardı—görmeye alışık olduğumuz buğday tenli, iri kahverengi gözlü Alicia Vikander bu kez endişeliydi. Benim de uykusuz geçen gecemin sebebi olan bu korkuyu hemen tanıdım. Birkaç hafta önce konuştuğumuzda İsveçli oyuncu Los Angeles’ı beraber keşfetmek için öne sürdüğüm tenis oynamak, pazara gitmek, Palisades’lerde yürüyüşe çıkmak gibi aktiviteleri reddedip birlikte skydiving (ya da serbest düşüş) yapmayı önermişti. Ve işte o gün gelip çatmıştı.
“Heyecandan elim ayağım tutmuyor” dedi çenesi hafif titreyerek. “Sanırım bunu gerçekten yapacağımıza hiç inanmadım.” Ardından yemek odasında yere çöküp dünyevi bir canlının tesellisine ihtiyaç duyarcasına iki köpeğimi birden kucağına aldı. Ben de kahve yapmaya koyuldum. O sırada telefonu çaldı. Gergin bir şekilde gülerek “Annem” dedi “ölmeyeceğimden emin olmak için aramış.”
Bitkin bir İsveçceyle annesine verdiği sözlerden sonra duble espressosunu bitirip yola koyulduk. Arabayla çöle gidip tulumlarımızı giydik, paraşütlerimizi taktık ve köpekbalığı dişleri çizimleriyle süslenmiş bir uçakla gökyüzüne çıkıp atladık.
“O serbest düşüşün detaylarını kesinlikle hatırlamıyorum” diyor Vikander, birkaç saat sonra yemek yerken. Stockholm’den arkadaş olduğu yazar ve müzisyenlerle adeta ekspat İskandinav bir komün hayatı yaşadığı Los Angeles’ın Doğu bölgesindeki Silver Lake’te bir Thai restoranındayız. “Adrenalin yüzünden her altı saniyeyi aslında bir saniye gibi yaşıyormuşuz. O yüzden zaman sıkışıyor.” Alicia’nın İngilizcesinde İngiliz aksanı var, tertemiz, sesi gizli bir şey planlıyormuşcasına alçak ve kalın. İhtiyatlı bir duruşu olmasına rağmen bir yandan da her an şakalaşabilirmişçesine uçarı bir yapısı var. Adeta yerçekiminin doğal ağırlığıyla dengeleniyor haşarılığı. Ekrana ait olan Alicia hem sert hem kırılgan, hem görmüş-geçirmiş hem de bir çocuk kadar masum. Zaman zaman Godard’ın ilham perisi Anna Karina’yı hatırlatıyor; daha az yaramaz. Çoğunlukla kimseye benzetemiyorsun onu.
Kalp çarpıntısı yaratan etkinliğimizi ilk önerdiğinde Alicia’yı gözü pek, korkusuz biri sanmıştım; meğerse sadece verdiği bir sözü tutmak için fırsat kolluyormuş. Yaklaşık bir sene önce, korkmasına rağmen bir grup arkadaşıyla Yeni Zelanda’da skydiving yapmaya razı olmuş fakat sonra hava şartları yüzünden uçuş iptal edilmiş. “Çok mutlu oldum. Hadi gelin yerine şarap içmeye gidelim dedim herkese. Nedense son zamanlarda o gerçekleşmeyen atlayış öncesi hissettiğim korkuyu düşünmeye başladım” diye açıklıyor. “Razı olduğun takdirde geçmişteki bir yanlışı düzeltmek için bir fırsat olabileceğini düşündüm.”
Çocukluğunda balerin Alicia’yı yakından tanıyanlar ya da dünyanın en ücra köşelerinde çekilen büyük stüdyo prodüksiyonlarındaki performansları altında ezilenler, bu kararlılığını çok iyi biliyorlar.
Hollywood sokaklarında, gökyüzünde alev alev yanarak ışıldayan bir kuyruklu yıldız tantanasıyla karşılanan Alicia, Ekim ayında yirmi yedinci yaşını New York’ta büyük bir doğumgünü yemeğiyle kutladı. 2011’de Jessica Chastain’in olduğu gibi, birden bire sanki her yerde, her filmde Alicia var. Geçtiğimiz sene Amerikan sinemalarında tam altı filmi gösterime girdi. Aralarında barışsever Vera Brittain’i oynadığı Testament of Youth (Gençlik Ahti), Guy Ritchie’nin yönetmenliğinde The Man from U.N.C.L.E.(Kod Adı U.N.C.L.E.) ve Alex Garland’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Ex Machina da var. On yedinci yüzyılda geçen bir aşk hikayesini konu alan Tulip Fever ve gerçek hayattaki erkek arkadaşı Michael Fassbender’la başrolü paylaştığı The Light Between Oceans da bu sene çıkacak filmlerinden. Yaz geldiğindeyse onu Matt Damon’la birlikte yeni bir Bourne filminde görebilirsiniz.
“Doğruyu söylemek gerekirse bu filmlerin aynı anda çıkıyor olması insanı stres altına sokuyor” diyor. “Sinemada hep yapmak istediğim her şeyi yapabiliyor olmak ne kadar muhteşemse, her şeyin aynı anda gerçekleşiyor olması da bir o kadar korkutucu. İnsan karmaşık duygular içerisine giriyor. Birdenbire yıllardır hayranlık duyduğun Judi Dench’lerle aynı odalardasın. Kendi kendine yeterince iyi miyim diye soruyorsun, becerebilecek miyim diye. Devamlı endişe içindesin –tanıştığım birçok oyuncu da aynı şeyi hissediyor—ve sanki bu tek şansınmış gibi hissediyorsun hep.”
Tom Hooper’ın Danimarkalı Kız’ı (The Danish Girl) Vikander’i Oskar töreninde ön sıraya oturtan dönüm noktası olabilir. Film her ne kadar Eddie Redmayne’in canlandırdığı Danlı ressam Lili Elbe’nin 1930’larda nasıl cinsiyet değiştirme ameliyatı olduğunu konu etse de, bir o kadar da kocasını kaybetmenin getirdiği acıya katlanarak ona hayatı boyunca destek veren, en yakın sırdaşı ve müteffiki olan karısı Gerda hakkında.
Geçtiğimiz sene, Caitlyn Jenner ve Laverne Cox gibi trans karakterlerin geniş çapta destek görmesinin yanı sıra bir yandan da Houston’da oya sunulan ayrımcılığa karşı çıkarılmak istenen yönetmeliğin reddedilmesi de Danimarkalı Kız filminin şanslı bir zamanlaması olduğunu düşündürtüyor. Senaryonun on yılı aşkın bir süre Hollywood’da elden ele dolaşmış olması da şaşırtıcı. Hooper’ın eline geçmesinden sonra da bir altı yıl kadar finansman bulmak için uğraşılmış. “Çekmeye başladığımızda günümüze ait bir film değildi” diye açıklıyor Alicia. “O zamandan beri deneyimlediğimiz kültürel değişim gerçekten harika. Hatırlamamız gereken bir şey var: 100 yıl önce Lili’nin karşılaştığı sorunlar hâlâ güncelliğini koruyor. Transların iş yerlerinde nasıl ayrımcılık yaşadıklarını, nasıl fiziksel ve psikolojik olarak devamlı tacize uğradıklarını açıklayan istatistikler var. Bu bir insan hakları sorunu.”
Hooper, Vikander’i Ex Machina’da görüp projeyi kabul eden Redmayne’le okumaya davet eder. Yönetmen bu ikiliden çok etkilenir. “Okudukları sahne bittiğinde Eddie beni ağlarken gördü” diye hatırlıyor Hooper, “ve sonrasında beni arayıp rolü kime vereceğin belli oldu” diyerek yorum yaptı. Beni daha önce bu şekilde etkileyen tek kişi Les Miserables(Sefiller) için okumaya gelen Annie Hathaway olmuştu.”
Çekimler başladığında yaşadıkları tek zorluk Vikander’in cilt tonu olur. Hollywood’un İskandinav hayaline uymayan buğday tenli Vikander’den uzun kollu kıyafetler giymesi ve cildine devamlı SPF 100 sürerek makyaj departmanına destek olması istenir. “İki yıl boyunca yaptığım filmlerde hep bir hayalet kadar beyaz olmam gerekti” diyor Alicia gülerek. “Aslında gerçek bir İsveçliyim; hatta dörtte bir Finli. Gördüğünüz gibi bütün klişeleri yerle bir ediyorum.
Arkadaşları Alicia’nın şakalaşmaya hazır, haşarı, hafif şeytani tarafından bahsetmekten çok hoşlanıyorlar. İster yemek masasında ya da karaoke yaparken, ister İsveçlilerin sıkça gidip bahçesinde kubb oynadıkları Beachwood Canyon’dayken, oyuncu arkadaşları arasında hep en çok sesi çıkan kişi o. İngilizce konuşurken yapay ve sert bir izlenim yarattığı endişesi taşıyor. “Bazen İngilizce konuşurken ekstra geriliyorum; yeni bir dilde insanın kendini ifade etmesi çok zor, duyduğum insanı bazen tanıyamıyorum” diyor. “İsveçce’de aklımdan geçenle ağzımdan çıkan arasında çok kısa bir mesafer var o yüzden çok akıcı olabiliyor her şey.
Alicia, başarılı bir tiyatro oyuncusu olan annesinin yanında, İsveç’in Göteborg şehrinde büyüdü. Annesiyle babası, o iki aylıkken boşandılar. Vikander hafta sonlarını ve yaz tatillerini psikiyatrist olan babasının evinde, yarı kardeşleriyle birlikte geçirdi.
Bu sırada bale konusunda da ciddileşmeye başlamıştı ve sonunda on beş yaşındayken tek başına Stockholm’e taşındı ve Royal Swedish Ballet School’a kaydoldu. Güne sabah 6’da başlayıp gece 10’a kadar devam ediyorlardı. Dersler arasında kızlar soyunma odasındaki şiltelerin üzerine yığılıp uyuyakalıyorlardı. “Bale okulunda hepimizin notları çok iyiydi” diye hatırlıyor. “Dansetmek için elbette çok akıllı olmak gerekmiyor. Çalışkanlığımızın nedeni mükemmelikle ilgiliydi. Bale mükemmellik gerektiren bir şey; her konuda mükemmel değilsen, dünyan yıkılıyor gibi hissediyorsun. Anne-babamın haberi olmadan terapiye bile gittim o dönemlerde.”
Bale dünyasının monotonluğundan kurtulmak için geceleri topuzunu bozup üzerine siyah bir tişört geçirerek Stockholm’deki gece kulüplerine gidiyordu. Aynı dönemde, İsveç televizyon dizilerinde bir rol kapabilmek için deneme çekimlerine de katıldı. Üç yıllık bale programını tamamladığında oyunculuğa kafayı takmıştı. “Annemin çizgisinde yerli bir oyuncu olacağımı düşünüyordum” diyor. Mezuniyetinden sonra televizyon için çekilen pembe dizilerden birinde onlarca bölümde rol alarak bir yandan da drama okuluna başvurdu. İlk başvurduğu sene giremedi; ikinci sene de. Bir süre çiçekçi dükkanında çalıştı. Ne yapacağını bilemediği bir dönemde hukuk okumaya karar verdi. İlk sömestre başlamadan hemen önce, 2009 yazının sonlarına doğru, İsveç yapımı Pure adlı filmde başrol teklifi aldı. 2011’de bu rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında, İsveç’in Oskarı olan Guldbagge ödülünü kazandı.
Vikander’in eski arkadaşı ve İsveçli ünlü elektro müzik grubu Icona Pop’un elemanı Caroline Hjelt, “Doğruyu söylemem gerekirse, hepimiz onun olması gerektiği kişi olmasını bekliyorduk zaten” diyor. Bale yıllarında Stockholm’de tanışıp mezuniyetten sonra Londra’da ev arkadaşlığına uzanan bir hikayeleri var: İki oda, dört kız. Alicia kendi odasında repliklerini ezberlerken Caroline’de kendi odasında DJ’lik yapıyordu. Mutfaklarını böceklerin bastığı yıllarda iki genç kadın kıyafetlerini bile ortak kullanıyorlardı. Pazar günleri genelde parasızlıktan evde oturup arka arkaya Bourne filmlerini izlerlerdi. Zor olduğu kadar güzel bir dönemdi de. “İnsanlar ünlülerin hep dışa dönük olduklarını düşünüyorlar” diyor Caroline. “Alicia öyle değil bu da herkesi daha çok meraklandırıyor. O farkında değil ama onun bu özelliği aslında süper gücü adeta.”
Çalışma arkadaşları Alicia’nin öz-disiplinini ön plana çıkarıyor, başarma içgüdüsünü, azmini. Fassbender bir emailde onun oynadığı rolleri nasıl tamamen benimsediğini, baştan aşağı o role bürünme kapasitesini anlatıyor. Herkes bu özelliklerini on sene bale yapmış olmasına bağlıyor. Bu doğru da olabilir aslında fakat bir yandan da bu kişilik özellikleri yüzünden de baleye yönelmiş de olabilir. “Dans ederken hareketleri doğru yapamıyorsan üzerinde tekrar tekrar çalışırsın” diyor Redmayne. “Film setlerinde olduğu gibi en iyi performansı yakın plan çekime saklamanıza izin verilmiyor balede. Alicia işte bu iş anlayışıyla büyümüş. Danimarkalı Kız için okumaya geldiğinde Kod Adı U.N.C.L.E.’ı yeni bitirmişti. Okumanın ortasında ayrılıp tekrar sete dönmesi gerekiyordu çünkü şimdi de The Light Between Oceans’ı çekiyordu. Biraz tatil yapsan, dedim. Ama hayır; gözü doymaz bir tarafı vardı performans arzusunun.”
Bir deniz fenerinde kocasıyla birlikte yaşayan bir kadının, sahile vuran bebeği eve almasını konu eden The Light Between Oceans filminin yönetmeni Derek Cianfrance Alicia’nın Isabel’ini beğendiği diğer önemli cesur performanslara benzetiyor: Vivien Leigh’nin Scarlett O’Hara’sına, Gena Rowlands’ın A Women Under the Influence (Etki Altında bir Kadın) adlı filmdeki karakteri Mabel’a, Emily Watson’ın Breaking the Waves (Dalgaları Aşmak) adlı filmdeki Bess’ine. “Olgun bir iç dünyası var” diyor Cianfrance. “Kamera ona doğru döndüğü zaman, içindeki kasırgaları görebiliyorsun. Büyüleyici bir şey. Çirkinleşmekten, sevilmemekten, başarısız olmaktan korkmuyor. Otuzuncu çekimde de ilk seferde verdiği yoğunlukta bir performans veriyor.” Başrol oyuncularının filmin setinde birbirlerine aşık olduklarını düşünürsek, Cianfrance özgeçmişine çöpçatanlığı da ekleyebilir. “Film klasik bir aşk hikayesi ve onları başrolleri vermemin nedeni da aralarında olduğunu hissettiğim elektrik. Demek gerçekten varmış.”
Serbest düşüş deneyimimizin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra Alicia’yla Portobello Road’un üzerindeki Electric House’un kafesinde buluşuyorum. Kulüp iki sene önce Londra’da aldığı daireye çok yakın olduğu gibi yirmili yaşlarda kız arkadaşlarıyla paylaştığı eve de kısa bir mesafede. Bana beklediğimden daha uzun ve daha sıkı sarılıyor. Ne de olsa beraber bir uçaktan atladık; beraber saatte 120 mil hıza ulaştığımız bir serbest düşüş yaptık.
“Anlat anlat bitmez” diyor ve şekilden şekle giren suratımızın ön planda olduğu ve kimseye asla gösteremeyeceğimiz düşüş videolarına gülüyoruz. (Gerçi kullandığımız şirket Alicia’nın videosunu bir ara YouTube’a yükledi; ta ki basın danışmanı müdahele edene kadar.) O sıralarda ilk tanışmamızdan daha çok tanınan fakat hâlâ kuşatmaya uğramamış bir ünlüydü. “Hâlâ arkadaşlarımla kampa gidebiliyor, otobüse ya da metroya binebiliyorum” diyor. Bir yandan da o gece Fassbender’in başrol oynadığı Steve Jobs filminin galası için New York’a uçtuğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Şimdilik sektörü her iki tarafından da görebildiğimi hissediyorum. Bir gün sanki çizginin diğer tarafına geçiverecekmişim gibi geliyor; diğer taraf varsa tabi. Bir yandan hâlâ ünlü olmakla ilgili hayal kuruyorum, bir yandan da korkuyorum.”
Geçtiğimiz sonbaharda Fassbender’la ilişkileri ayrılık haberleriyle magazin basınına manşet olduğunda, ünlü olmanın zorluklarından ilkini yaşamış oldu Vikander. Alicia özel hayatını paylaşmamakta kararlı; onu konuşturmaya çalışanlardan da uzak duruyor. Bunun saçmalık olduğunu da biliyor. “Magazin haberlerinde en azından bir doğruluk payı olduğunu düşünürdüm hep” diyor. “Öyle olmadığını öğrendim.”
Bugün üzerinde artık Alicia’nın forması olduğuna karar verdiğim kıyafet var: koyu gri jean pantolon, tişört, doğal renklerde bir kazak. Louis Vuitton’un yeni yüzü ve kırmıza halıda marka temsilcisi Vikander’in bütün takıları da LV. Banketin üzerine savrulmuş muhteşem gri bukle palto da ona ait. Bu kıyafetlerin içinde biraz utangaç. Ne de olsa öncesinde tam bir H&M kızıydı. Arada sırada Adidas ayakkabılara harcıyordu parasını. Ufak tefek ve şatafatsız haliyle içinde bulunduğu mekandaki farkedilmeyen en güzel kadın olduğu kesin. (Buluşmamızdan bir hafta sonra Bourne serisinin yeni filmi için kamera karşısına geçecek olmasına rağmen henüz vücut yapmış da değil. Olmayan biseplerini kasarak gülüyor.)
Louis Vuitton’un kreatif direktörü Nicholas Ghesquière, oyuncunun filmlerini izledikten sonra markanın kampanyasında da farklı kadın tiplerini canlandırabileceğine inanıyor. Barselona’daki bir çekime Fassbender’in motorsikletinin arkasında gelen Vikander hakkında “ne zaman ne yapacağı hiç belli olmaz” diyor. “O hem geçmişten geliyor, hem de geleceğe ait.”
Tahmin edilebilir bir çizgisi olmadığı doğru. Bunun elektrodlardan kurtulduktan hemen sonra korseli elbiseler giymiş olmasıyla da alakası yok. Ex Machina’da Ava’nın yürüyüşünü bozmaya karar veriyor. Ne de olsa robotlar genelde mükemmel olur. Karakterinin sıradan bir robottan farklı olması gerektiğini düşünüyor. Gerda karakterindeyse hikayeye kattıkları daha da nüanslı. “Oyuncu olarak görevimiz karakterimizin en insani tarafını anlamaya çalışmak” diyor. “İzleyicilerin yargılayacağı davranışları varsa, oyuncunun karakterin tarafını tutması, ona sempati göstermesi gerekiyor. Karakter çok iyi biriyse bu sefer gerçeklikten uzaklaşmaması için hata aramaya başlıyorsun. Her iki tarafı gösterdiğindeyse her zaman başarıya ulaşıyorsun.”