Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Uberto Pasolini çok sevdiğim bir yönetmen. Daha önce festivalde Still Life adlı filmini göstermiştik; o da ölüme, yaşama, insanoğlunun yalnızlığına dair oldukça dokunaklı bir filmdi. Nowhere Special’da yine aynı temalar mevcut; çok yakında ölecek yalnız bir babanın oğluna gözünü arkada bıraktırmayacak bir yuva bulma çabalarını konu alıyor. Pasolini’nin son derece mütevazı ama bir o kadar da etkili anlatımına mendillerinizle eşlik edeceksiniz. Şiddetle tavsiye olunur.
Polonya sinemasının en özgün ve saygın yönetmenlerinden Andrzej Zulawski’nin ölümü nedeniyle yarıda kalan projesini oğlu Xawery Zulawski hayata geçirdi. Pek çok karakteri aynı anda takip ediyor film: Bir tarih hocası, bir temizlikçi, sinema aşığı bir öğrenci... Her biri farklı yönlerde ilerlerken bir şekilde yazgıları çakışıyor, günümüz Polonya’sına da sivri dilli bir mizahla, ironik bir bakış atıyor. Andrzej Zulawski filmlerine aşina olanlar, bu miras filminin enerjik ritminde benzer bir tat bulacaklar.
Thomas Vinterberg yine harikalar yaratmış! Konusu son derece ilginç bu filmde bir grup lise öğretmeni arkadaş, alkolü kanlarında belli bir seviyede tuttukları takdirde sarhoş değil aksine son derece formunda, kendine güvenen, zinde ve yaratıcı insanlara dönüşeceklerine dair bir deneye tabi tutuyorlar kendilerini. Elbette, sonrasında bu deney her birinin hayatında bir yerlere dokunur ve onları gerçek değişim ve dönüşümlere yolcu eder. Bu son derece dinamik filmde oyunculuklara dikkat; özellikle bir süredir ümidi kestiğim Mads Mikkelsen harikalar yaratmış. Zaten filmin dört başrol oyuncusu San Sebastian’da ekip olarak En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü aldı. Hele sondaki dans sahnesi başınızı döndürecek!
Um Animal Amarelo, Brezilyalı bir yönetmenin hem kendi aile tarihi hem de Brezilya tarihi içindeki yolculuğunu anlatıyor. Bu kendini ve kökenlerini keşif sürecinde Brezilya’dan Mozambik’e ve 300 yıl sömürgesi oldukları Portekiz'e gidiyor yönetmen. Hem film içinde film, hem kişisel tarihçe hem de dünya tarihini bir araya getiren özel bir film.
80 ve 90’larda gençliği, ilk romantizmi anlatan filmler oldukça revaçtaydı ve inanılmaz bir dinamizmi vardı bu filmlerin. Sonraki yıllarda yapılanlar aynı etkiyi yaratmadı kanımca ama arada istisnalar da çıkmıyor değil; Kokon da onlardan biri. Berlin’in en sıcak yazlarından birini yaşadığı bir sene bir grup arkadaşın yaşadıkları, birbirleri ve hayatla olan etkileşimlerine dair oldukça yüksek tempoda, sımsıcak renklere sahip büyülü bir film Koza. Almanya’da yükselişte olan genç oyuncular ve tempoyu daha da körükleyen müzikler de cabası.
Son derece tempolu ve gerilim dozu yüksek bu filmde çatışmalı bir baba - kız ilişkisi anlatılıyor. Irak savaşından dönen, hayata ayak uyduramamış asker bir babayla kızı arasındaki didişmelerin, genç bir kadının kendini var etme mücadelesini nasıl şekillendirdiğini görüyoruz. Başroldeki Camila Morrone’nin ileride adını sık sık duyacağımız kesin. Sade bir senaryo, kısıtlı mekan kullanımı ve az sayıda karakterle seyircide inanılmaz güçlü duygular yaratacak; aile dinamikleri de birçoğumuza tanıdık gelecek.
Altın Lale sahibi Tsai Ming-liang konuşmasız, daha doğrusu bir iki diyaloğun da kendi tercihiyle altyazısız aktarıldığı bu filminde yine harikalar yaratmış. Kameranın açısından mıdır, o planların sadeliğinden midir bilemiyorum ama bu kadar duru hikâye anlatmayı çok az yönetmen becerebilir. Son derece cesaretli ama bir o kadar da ustalıkla kotarılmış bu güzelim filmi kaçırmayın derim.
Sweat, fiziki olarak gerçekleşemeyen Cannes programının Cannes 2020 etiketiyle paylaşılan kısmındaki en güzel sürprizlerden biri. Sosyal medya prensesi bir fitness eğitmenini eksenine alan film, sosyal medyanın yıkıcılığı, aile bağları, kendini sevdirme, kabul etme ve beğendirme gibi çocukluktan beri koşullandığımız ancak genelde yıkıma sebep olan psikolojik ve toplumsal etkileri bolca kullanmış. Baştan aşağı pembeler giymiş, plastik başrol karakterini baştan reddetsek de film aktıkça alışıyor, seviyor hatta bütün kırılganlıklarına çare olmak istiyoruz. Özellikle hayatı imaj üzerinden ve bir ekranın arkasından algılamanın kaçınılmaz olduğu bu döneme dair etkileyici ve son derece güncel bir çalışma.
Meksika’daki uyuşturucu kartelleri ve onlara karşı savaşan askerler arasında kapana kısılmış ücra bir kasabada geçiyor film, burada insanlardan çok doğanın sesi duyuluyor. Büyülü gerçekçilik ekolünden beslenen bu fantastik filmin anlattığı hikaye oldukça karanlık, ancak yüzü hep göklere, bulutlara, tabiatın anlaşılamaz gücüne dönük. Meksikalı yönetmen Joshua Gil, geleneksel bir kasabada çekimleri gerçekleştirmiş ve buranın pagan gelenekleriyle mistik öğretilerini unutulmaz imgelerle perdeye taşımış.
Chloé Zhao benim son dönemde en sevdiğim yönetmen. İlk filmini Cannes’da keşfettiğimden beri hiçbir filmi hayal kırıklığına uğratmadı. Bir önceki filmi The Rider ile festivalde de FIPRESCI ödülünü kazanmıştı. Bu son filmi göçebelerin yaşamlarına ve ruhlarına bir yolculuk adeta. İlk defa gerçek bir aktörle çalışmış; Frances McDormand’ın muhteşem performansı, Zhao’nun profesyonel olmayanlarla çalışma geleneğini bozmaktan pişman olmadığının bir kanıtı. Bu son derece güçlü işbirliğinin parladığı film, Amerika’daki göçebe yaşama dair son derece doğru ve ilginç tespitlerde bulunurken, bireylerin bir geleneğe ait olmaktan ziyade güçlü ve dokunaklı hikayelere sahip oldukları ve yerleşik hayatı reddeden bu yaşam biçimine hangi sebeplerle ve hangi yolculukların sonucunda dahil olduklarına dair izlenimleri paylaşıyor. Göçebe olmasak da hayata dair birçok şeyi sorgulatacak kadar güçlü bir film.