Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Vogue Türkiye Mayıs 2019 sayısında Ebru Çapa’nın “The Keaton” başlıklı yazısını, 11 Ekim 2025 tarihinde kaybettiğimiz ikonik ismin anısına tekrar hatırlıyoruz.
Bazı kelimeler bazı insanlara yakışır ya hani; eksantrik kelimesi mevcut olmasaydı, Diane Keaton için yoktan var edilebilirdi. Onunla ilgili bir makale, bir röportaj, bir haber okuyun ya da izleyin ki içinden bu kelime geçmesin; vaki değil.
Müritlerinin gözü aydın; 10 Mayıs’ta, Anneler Günü’nde ABD’de vizyona girecek Poms ile seyircinin yüzüne ‘a la Keaton’ bir gülücük kondurmayı hedefleyen Diane Keaton, Pam Grier ve Jacki Weaver gibi karatı yüksek oyuncular eşliğinde, huzurevine yerleşip orada tanıştığı akranlarıyla amigo takımı kurmaya karar veren bir kadını canlandırıyor.
Bu aralar filmin tanıtımı hasebiyle katıldığı talk-show programlarında, kendi şarabı The Keaton’ın kırmızısını, yine kendine has bir şekilde buzlu kadehte yudumlayarak –ve kahkahalarla en çok da kendiyle dalga geçerek– stüdyo seyircilerinden ya da yakışıklı şöhretlerden kendine kavalye beğenmekle meşgul.
Fotoğraf: Alamy
Geçtiğimiz şubat sonu konuk olduğu The Ellen Show’da, tarzına ve Instagram hesabına duyduğu hayranlığı dile getiren Ellen DeGeneres’a, onun yanında ‘loser’ sayıldığını söyleyerek dalgasına ağlak yaptı bol bol. (The Ellen Show’un takipçi sayısı 70 milyon!) Keaton’ın Instagram’da, günün kıyafet kombinasyonunu paylaştığı gönderilerin de katkısıyla, 900 bin kadar takipçisi var.
Dünyanın her köşesinden milyona yakın insanın, 73 yaşındaki bir kadının tarzını takip etmesi tuhaf mı? Söz konusu kişi son 50 yılın önde gelen moda ikonlarından Diane Keaton’sa, hiç değil...
2017’de, 45. AFI (Amerikan Film Enstitüsü) Hayat Boyu Başarı Ödülü’nü aldığında, sahnede konuşan isimlerden Meryl Streep, onu çocukken sık sık ziyaret ettiği Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’ndeki Kadın Heykeli’ne benzetiyordu: “İnsan Bedeni Sergisi’nde şeffaf bir kadın vardı. Salonun ortasında devasa, berrak, çıplak bir kadın; bakınca tüm içini görebiliyordunuz; kalbini, beynini, ciğerini... Hiçbir yerini kapatmaya çalışmadan, ellerini iki yana açmış, dururdu. Nefes kesiciydi... Diane Keaton, kıyafetten yana belki de Hollywood’un en kapalı ismidir ama o derece şeffaftır. Onun gibi, onun kadar, gardını indirmiş bir şekilde içini dışını görmenize müsaade edecek bir ikinci kişi tanıyamazsınız.”
Diane Keaton’ın, Meryl Streep’in de göndermede bulunduğu dik yakalıları, kravatları, eldivenleri, postal tadında botları, şapkaları malum... Üniseks bir görünümü nasıl ince bir zarafetle taşıdığı da.
Görsellik, onun için her daim had safhada önem arz etmiş; hayat algısı böyle... Emlak sektöründe çalışan babasıyla Cliff May’in mimari çizgisini taşıyan evleri ziyaret edişleri, çocukluğuna dair favori anıları arasında. Yine babasının kucağında oturduğu üç yaşından kalma bir fotoğrafta, başında şimdilerde taktıklarına benzeyen koca bir şapka var. Bir röportajında, henüz Cary Grant’e fena hâlde platonik aşk beslediği 15 yaşındayken hayatını “siyah-beyaz” yaşamaya karar verdiğini anlatıyor. (Kızı C.K. Dexter Haven’ın ismi, Cary Grant’in The Philadelphia Story’deki karakterinden geliyor.) Uzun lafın kısası, Diane Keaton’ın eksantrik bir tip olacağı, yumurtaya ‘gokko’ dediği zamanlardan belli!
Fotoğraf: Alamy
Diane Keaton, dünyaya gözünü Los Angeles, Kaliforniya’da Diane Hall ismiyle açtı. İnşaat mühendisi ve emlak simsarı babası Jack Newton ile amatör fotoğrafçı annesi Dorothy’nin dört çocuğundan ilkiydi. Erkek kardeşi Randy, kız kardeşleri Robin ve Dorrie ile Santa Ana’da, mutlu bir evde büyüdü. Lisede okurken su yüzüne çıkan oyunculuk merakı, onu önce Santa Ana Üniversitesi Tiyatro bölümüne, daha sonra New York’ta tam zamanlı bir konservatuar olan Neighborhood Playhouse School of the Theatre’a yönlendirdi. Screen Actors Guild’de (Ekran Oyuncuları Derneği) kayıtlı bir başka Diane Hall olduğunu fark edince, sahne ismi olarak annesinin kızlık soyadı Keaton’ı taşımaya karar verdi.
1968’de Hair müzikalinin Broadway’de perde açtığı orijinal kadroda yer aldı. Canlandırdığı ufak tefek farklı rollerin yanında Sheila karakterinde de yardımcı oyuncuydu. ‘68, aynı zamanda, Keaton’ın yine bir Broadway hiti olan Play It Again, Sam’de, oyunun yazarı da olan Woody Allen ile başrolü paylaştığı ve beş yıllık bir aşk ilişkisine adım attığı yıl. Play It Again, Sam ile ilk Tony Ödülü adaylığını kazanan Diane Keaton ile Woody Allen’ın –sahnede, perdede ve özel hayattaki– birlikteliği, her ikisinin kariyeri açısından turbo işlevi gördü. (Aynı şeyi Keaton’ın sağlığı için söylemek pek mümkün değil. Hair döneminde tutulduğu bulimia belasını yıllarca boğuştuktan sonra 25 yaşında silkelemeyi başardı.)
Keaton ve Allen’ın sevgililik müessesesinden yana ilişkileri ‘74 senesine çıkamadı ama işbirlikleri ve dostlukları baki kaldı: Allen’ın yazar ve yönetmen olarak star mertebesine ulaştığı dönemin çoğu önemli projesinde “ilham perisi” Keaton da yer alıyordu: Başarılı Broadway oyununun sinema uyarlaması Play It Again, Sam (1972), Sleeper (1973), Love and Death (1975), Interiors (1978), Manhattan (1979)... Ve elbette, 77’de ABD’nin entelektüel çevrelerini kendine âşık eden, popüler kültür fenomenine dönüşen Annie Hall...
Fotoğraf: Getty Images
Diane Keaton, sinemada Baba serisinin ilk iki filmiyle (Godfather I, 1972; Godfather II, 1974) dram oyuncusu olarak da ismini okyanuslar ötesine duyurmuştu ama Annie Hall ile yakaladığı rüzgar, film yıldızı şöhretinin ötesinde bir şeydi. Allen’ın, biten ilişkilerinden yola çıkarak kaleme aldığı, otobiyografik öğeler içeren Annie Hall, Keaton’a, En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar, Altın Küre ve Bafta ödüllerini getirmekle kalmayıp onu 70’li yıllara damgasını vuran bir stil ikonu olarak taçlandırdı. Aile arasında Annie ismiyle çağırılan ve gerçek soyadı Hall olan Diane Keaton’ın hafif nörotik tavrı ve gerçek hayatında da tercih ettiği maskülen giyim stili, Amerika’dan dünyaya yayılan bir akıma dönüştü.
Annie Hall’da “kendini oynadığı” için kimilerince tapınılan, kimilerince hakir görülen Keaton, aynı yıl Looking for Mr. Goodbar ile çok daha karanlık bir karaktere ruh üflemeyi ihmal etmedi. Bu dönemde ressam Edward Ruscha gibi cazibesinden sual olunmaz isimlerle geçici ilişkiler yaşayıp Steve Jobs ile “bilgisayarlar üzerine akıldışı bir muhabbetin döndüğü”, muhabbet çerçevesinde kalan randevularda buluşuyordu.
1981’de, yine aynı zamanda rol arkadaşı olan bir yönetmenin projesinde yer aldığında, işle aşk bir kez daha birbirine karışmış vaziyetteydi. Komünizm sevdasına Rusya’ya iltica eden ABD’li bir çiftin ilişkisini, epik bir öykü eşliğinde anlatan Reds’in yönetmeni Warren Beatty ile beraberliğini, 2011’de yayımlanan hatıratı Then Again’de; “Aşka düştüm. Uzun süre de düşmeye devam ettim” sözleriyle tarif edecekti.
Hollywood’un karizmatik prensi Beatty’nin çalımları, düşülmeyecek gibi değildi. 77’nin Noel arifesinde, muhtemelen Annie Hall’da görüp beğendiği Keaton’a, durduk yerde bir telefon açıp yemeğe davet etmişti. Özgüven yoksunu tabiatı yüzünden Annie Hall’un getirdiği olağanüstü şöhretle hâlleşmekte zorlanan Keaton’a, Warren Beatty’nin gururunu köpürten yüreklendirici sözleri iyi geliyordu.
Misal, uçuş korkusundan bahsettiği Beatty, Los Angeles’tan New York’a gittiği bir seferde haber vermeden havaalanında bitmiş, onunla birlikte uçağa binmiş, uçak inene kadar elini tutmuş, New York’taki havaalanının kapısından öperek uğurlamış, bir sonraki uçakla gerisin geriye Los Angeles’a dönmüştü. Gel de düşme!
80’lerin büyük bölümü, Keaton için aynı ışıltıda geçmedi. Görece başarısız birkaç filmden ve Beatty’nin ardından yaşadığı birkaç gelgeç ilişkiden sonra 1987’de, gişede Baby Boom, özel hayatında Al Pacino ile sahalara dönüşü (!) muhteşem oldu.
Bu arada Belinda Carlisle için video klip yönetmenliği, İkiz Tepeler dizisinde bölüm yönetmenliği, televizyon filmleri derken, yönetmenlik ve yapımcılık alanında da kendini geliştiriyordu. (Yönettiği ilk uzun metraj sinema filmi, başrollerini Andie MacDowell ile John Turturro’nun paylaştığı 1995 yapımı Unstrung Heroes oldu.)
1990’da, Godfather III ile Baba serisi, 91’de de ilk kez 1972’de vurulduğu, seneler senesi uzak yakın flört ettiği, defalarca ayrılıp defalarca barıştığı ve nihayetinde uzun süre birlikte yaşadığı Al Pacino ile aralarındaki 20 yıllık aşk hikayesi son buldu. Son buldu derken, Keaton’ın ültimatom verecek kadar ısrarcı olduğu evlilik konusu, ilişkiyi de bitirmecesine kapandı demek istiyoruz; haricinde birbirlerine sevgileri bitmiş değil, yanlış anlaşılma olmasın. Keaton’ın AFI Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görüldüğü gecede mikrofonu alan Pacino, sözlerini; “Seni seviyorum. Daima...” diyerek bağladı.
90’lar, Keaton’ın sihrini konuşturmakta usta olduğu komedi janrında başarılarla yüklü geçti. Father of the Bride’ın yeniden yapımında Steve Martin, The First Wives Club’da Goldie Hawn ve Bette Midler, Manhattan Murder Mystery’de ilk göz ağrısı Woody Allen gibi isimlerle karşılıklı döktürdü. Meryl Streep ve o sırada 17 yaşını sürmekte olan Leonardo DiCaprio ile başrolleri paylaştığı Marvin’s Room’daki Oscar adaylığına layık görülen performansına benzer dram rolleri de cabası...
Fotoğraf: Alamy
Milenyum da Diane Keaton’a bereketiyle geldi. Jack Nicholson ve Keanu Reeves’le flört etmesine imkan tanıyan –ki bu konuya bilahare döneceğiz– 2003 yapımı gişe harikası Something’s Gotta Give’de, 60’ına merdiven dayayan bir kadının pekala romantik komedi sırtlayabileceğini cümle aleme gösterdi. 2000’lerin başından beri ara vermeden filmlerde ve Young Pope gibi yüksek kalibreli televizyon dizilerinde rol almaya devam ediyor, yapımcılıkta vites küçülttüğü de söylenemez.
Bu arada annesinden miras fotoğraf ilgisi, babasından edindiği dekorasyon ve emlak merakı, yarı profesyonel boyutta. En büyük zevklerinden biri, satın alıp renove ettiği evlerle uğraşmak ki bu evleri satıp, hobisinden şahane bir gelir de elde ediyor. Otellerde çektiği siyah- beyaz fotoğraflardan oluşan Reservations, mimari ve dekorasyon üzerine hazırladığı California Romantica, The House That Pinterest Built gibi kitaplarının yanında, hatıralarını kaleme aldığı Then Again ve Let’s Just Say It Wasn’t Pretty isimli iki otobiyografik eseri de mevcut. Katıldığı hemen her talk-show programına yanında taşıyıp buzlu bardakta yudumlamaktan haz duyduğu şarap markası The Keaton’ı da unutmayalım.
Eski sevgilisi Beatty, onun “geç olgunlaşan tiplerden” olduğunu söylermiş ki kendi de bu tespite hak veriyor: “Warren haklıydı. Anneliği ve koşulsuz sevgiyi tanımam yarım asır aldı.” Hiç evlenmedi; bilindiği kadarıyla Al Pacino ‘vaka’sı haricinde niyet ve heves de etmedi; anneliği 50’sinde tattı. 1996’da evlat edindiği kızı Dexter da 2001’de evlat edindiği oğlu Duke da Keaton soyadını aldıklarında henüz bir yaşını doldurmamışlardı.
CBS’e verdiği bir röportajda, Katie Couric’e evliliğin neden ona göre olmadığını izah ediyordu: “Fazla taviz vermem gerekeceğini düşünüyordum. Annemin yaşantısını istemiyordum. Kendi adıma daha maceralı bir hayat istedim.”
Fotoğraf: Alamy
Pişman mı? Bu sorunun cevabını, People dergisine verdiği bir başka röportajında, gülerek “hayır”lıyor: “Vahim bir trajedi değil. Yine de kendime bir erkek satın alsam fena olmazmış. Harika babalık yapacak iyi bir adam edinilebilirmiş; ciddiyim... Bence bu daha iyi bir yöntem. Âşık olmam gerektiğine dair manyakça bir düşüncem vardı benim. Şimdi görüyorum ki ideali iyi bir takım oluşturmakmış.”
Something’s Gotta Give’in çekimleri sayesinde Jack Nicholson ve Keanu Reeves ile flört etmekten bahsederken, dönüp açacağımızı vaat ettiğimiz mevzu şu ki Diane Keaton’a göre perdede yaşanan aşktan iyisi, Şam’da kayısı!
“Karşılığında bedel ödemeden öptüğünüz erkekleri düşünsenize” diyor gülerek: “İnsanlar kamera önünde fiziksel yakınlaşmanın zorluklarından yakınıp durur, neden şikayet ediyorlar anlamak mümkün değil!”
Oh, mis... Daha geçen sene, Book Club’da aşk yaşadığı Andy Garcia’yı öpüyordu; fena mı? Büyüyünce Diane Keaton olmak isteyenler parmağını kaldırsın!