Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Gerçek adım Emily Stone ancak mesleğe başladığımda bu ismin başka bir aktris tarafından da kullanıldığını öğrendim, bu yüzden, kendime yeni bir isim bulmam gerekti. On altı yaşındaki bir genç kız için ilginç bir deneyim tabii bu. “Riley Stone” olmaya karar verdim neticede, altı ay kadar da bu ismi kullandım. Malcolm in the Middle dizisinde konuk oyuncu olduğum günlerden bir gün, sette “Riley” diye birini çağırıyorlar durmadan, bense hiç üzerime alınmıyorum. Sonra aklım başıma gelince neden Riley adıyla devam edemeyeceğimi anladım ve Emma’da karar kıldım. Emily olmayı özlüyorum, kendi adımı geri alabilmeyi çok isterdim.
Tuhaf gelecek size ama Step Brothers filminin sonunda, Will Ferrell şarkı söylemeye başladığında hep ağlarım. On kere seyretmişimdir ama hâlâ aynı etkiyi yapıyor üzerimde. Bu tip komedi filmlerinde, insanın ağlaması normal değil ama ben ağlıyorum.
Amerikalıların çoğunun Loving davasından haberi olmadığını öğrenince çok şaşırdım. Bu ülkede farklı ırklardan insanların evlenebilmelerinin önünü açmış bir olay bu. Mildred ve Richard Loving’in isimleri maalesef okul kitaplarında yok. Bombalardan, suikastlerden daha önemli oysa ki. Çok konuşulmayı hak eden sessiz bir devrim.
Gold’un senaryosundan çok etkilendim çünkü bana babamı hatırlattı. O da şaibeli işleri severdi. Eğlenceli kişilerle, ne idüğü belirsiz işler çevirmeyi, sağlam kişilerle sağlam iş anlaşmalarına yeğlerdi. Ekvador’da pırlanta madenine yatırım yapmıştı misal, halbuki orada pırlanta filan yoktu. Üçkağıda getirilmişti ama bayılmıştı bu işe. Gold’da canlandırdığım karakter Kenny Wells de tam da böyle biri. Filmde bir yerde kısa bir şiir geçiyor, Ayakları olmayan ayı ayazda uyur diye, meselenin özü bu. Kenny ya da babam, para kazansalar ne fark edecek? Değişecekler mi? Hiç sanmam. Onlar değişmez. Bu adamlar üçkağıtlarla, hile hurdayla, bir yolunu bulup kendilerine kapıları kapalı olan Amerikan rüyasına bacadan girmeye çalışan insanlar çünkü.
Mildred Loving rolü için seçmelere girerken karakterin içinde kaybolmam gerektiğini hissettim ve ilk kez bir seçmeye özel kıyafetle gittim. Yazlık elbisemle kapıdan girdiğimde, herkes Mildred gelmiş gibi hissetmeliydi. Bir yıl sonra rolü aldığımı öğrendim. Cannes Film Festivalindeki galada, Palais’nin merdivenlerinden mükemmel makyajımla çıktım, inerken ise rimelim yüzüme damlıyordu, öylesine duygusal bir deneyimdi. Düşünebildiğim tek şey, burnum elbiseme akmadan bir mendil bulabilmekti.
Tom Ford, Nocturnal Animals’da ilham kaynağım oldu. Oynadığım karakter, Susan, Tom’a çok yakındı, bu yüzden yorumumu Tom üzerine kurdum. Sette Tom, “Amy’nin jestlerinin kaynağı ne” diye sorduğunda, “Sen tabii ki, seni taklit ediyorum” dedim. Onu tam anlamıyla tepe tepe kullandım yani.
Eskiden beni ağlatan filmleri severdim, şimdi sanırım hepsinde ağlıyorum. Bundan pek hoşnut olduğumu söyleyemem. Hayatta ağlamak için gerçek nedenlerimiz zaten pek çok. Babamın evinde, yerde oturup, siyah beyaz televizyonda Elephant Man’i seyrettiğimi hatırlıyorum, “Ben hayvan değilim” diye başlayan konuşma beni hıçkırıklara boğmuştu. O film tam bir gözyaşı sağanağıdır, üzerimde büyük etkisi olmuştur. Aktörlükte neyin mümkün olduğuna dair standartlarımı belirlememde kaynağımdır diyebilirim.
Silence, iki Cizvit papazın, Makao’dan Japonya’ya dek uzanan, inancından vazgeçmiş olma ihtimali bulunan mentorlarını arama hikayesi. Martin Scorsese, projeyi görüşmek için beni evine davet ettiğinde, bunun, onun yirmi sekiz yıllık hayali olduğunu biliyordum. Silence hakkında konuşacağız diye bekliyorum, bir baktım bana Raging Bull filmini çekerkenki anılarından bahsediyor, epey uzun bir sohbet olacağına o zaman karar verdim. Gerçekten de öyle oldu. Silence’da oynamak isteyip istemediğimi, bunun için kilo verip veremeyeceğimi sordu. 17’inci yüzyılda yaşamış ve mahkum olmuş bir papazı canlandıracaksam buna mecburdum tabii. Yirmi kilo kadar verdim. Kilo veriyor olmanın tek dezavantajı, bazı sahnelerde, açlığım yüzünden o sahneyi nasıl oynayacağıma karar verememekti, hemen bir kaşık fıstık ezmesi tıkıyordum ağzıma, aklım yeniden başıma geliyordu.
Jackie Kennedy’yi oynamak oldukça ürkütücü. Bu yüzden başlarda çok gergindim ve derinlemesine araştırmalara giriştim. Özgeçmişiyle ilgili yazılanların hiçbiri çok da işe yarar kaynaklar değil ancak tarihçi Arthur Schlesinger ile yaptığı röportajlar benim için çok yararlı oldu. Schlesinger görüşmeleri tüm detayıyla kaydetmiş, Jackie’nin sesini duyuyorsunuz. Zekası, espri anlayışı, kızgın olduğu şeyler hemen anlaşılıyor. Bu dönemde kostüm ve makyaj provalarına da gidiyordum. Jackie peruğunu taktığım anda, fiziksel ve duygusal özellikleri birleşti sanki üzerimde. Saç şekli o kadar ikonik ki doğru yapıldığında zaten hemen Jackie’yi görüyorsunuz. Gerçekte ona benzemesem de, kendimi hep onun bedenindeymişim gibi hissettim.
Sevişme sahnesi çekmenin sevişmekten farkı yok, sadece zevk almıyorsunuz. Korku, çekince, gerginlik, üzüntü, yalnızlık duygusu, yani seks sırasında hissedeceğiniz her şey var, yalnızca keyif yok.
Canlandırdığım karakter, Merry, çok karanlık bir ruh yapısına sahip. Filmde en dipte olduğu bir sahne vardı, çekmek için sabırsızlandım doğrusu, çünkü aktrisliğe çok küçük yaşlarda başladığımdan, insanlar neleri başarabileceğim konusunda önyargılılar. Bunu kafama takmamayı öğrendim, zira yanlış kararlar almama yol açabilirdi. Önyargılar maalesef insanları önceden belirlenmiş kutulara hapsediyor. Ben de yapıyorum zaman zaman ve bunu değiştirmeye çalışıyorum, çünkü ne kadar kötü hissettirdiğini biliyorum. Kız kardeşim American Pastoral’i seyredince dehşet içinde kaldı, Merry karakteri sinirlerini bozdu. Kardeşimi böylesine etkilemek çok keyifliydi.
Rules Don’t Apply’ın senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu Warren Beatty ile 2009’da tanıştık, on dokuz yaşındaydım. Üniversiteye başlamak üzereydim. Beş saatlik bir görüşme yaptık, elimizde senaryo olmasa da sanırım bu bir seçmeydi. Takip eden beş yıl boyunca da bu seçmeler sürdü, bu süreçte Beatty’ye sormak istediğim soruları sorup onun tecrübesinden bol bol yararlanabildim.
Son zamanlarda, beyaz perdede durmadan ölüyorum. Monster Calls filmindeki karakterim Lizzie kanser. Hastalıkla birlikte vücut çökerken insanın duruşunun ve sesinin nasıl değiştiğine takılıp kaldım. Kanser hastalarıyla sohbetlerimde, bedenlerini kontrol edemedikleri için tırnak boyamaya sardıklarını öğrendim. Lizzie’yi oynamak çekim sonuna doğru iyice zorlaşmıştı benim için. Bundan sonra bir süre, ölmediğim projelerde oynamak istiyorum.
İlk öpücüğüm kameralar karşısındaydı. Mezuniyet tezi olan, She’s a Fox adlı filmde iki erkekle öpüşmem gerekiyordu. On iki yaşındaydım sanırım, çok gerilmiştim. Çocuklardan biri benden o kadar kısaydı ki bir elma kasasının üzerine çıkmıştı. Çok tuhaftı. Bana şöyle dedi, “Bunu yaparken annemi öpüyormuşum gibi düşüneceğim.” Bir kızı öpmeden önce söylenmemesi gereken bir laf olduğundan o yaşımda bile emindim. Bu yüzden suratına bakıp cevabı yapıştırdım: “Tamam, ben de köpeğimi öpüyor gibi yapacağım o zaman.” İlk gerçek öpücüğüm ise evimin kapısındaydı. Hiç hoş bir durum değil çünkü o kapıdan her geçişte bunu hatırlıyorum. Çok beceriksizce öpmüştü beni o çocuk, ben de, “Bundan daha iyisini becerebilirsin” demiştim. Denecek laf değil ama, söyledim işte.
Moonlight’taki karakterim Juan, kameraların önünde ölmüyor. İzleyiciler neden ve nasıl öldüğünü hiç öğrenemiyorlar. Babamı yirmi yaşımdayken kaybettim, benden kilometrelerce uzakta yaşasa da çok yakındık. Ölümünden sonra, gerçek anlamda yas tutup bu kaybın etkisini üzerimden atabilmem için üç yıl geçmesi gerekti. Moonlight’ta da aynı şey oluyor, Juan’ın yokluğu yüreğinize ve zihninize takılıp kalıyor.
Karaokede en sevdiğim şarkı “Billy Joel’in We Didn’t Start The Fire diye çok modası geçmiş bir şarkısı. Benim gibi bir genç kız idiyseniz, şarkı sözlerini ezberleyerek erkeklerin ilgisini çekebilmeyi umarsınız. Sonra tabii ki bunun asla işe yaramayacağını anlarsınız. Yine de bu hep benim şarkım olarak kaldı. Gilbert ve Sullivan’ın Modern Major General parçası da böyledir benim için. O dönemlerde erkeklerin ezberi kuvvetli kızlara ilgi duyabileceklerini düşünürdüm ama tabii ki onların aklı fikri oynaşmaktaydı. “Working Girl filmindeki Melanie Griffith sinema dünyasındaki platonik aşkım olabilir. Harrison Ford ile barda karşılaştığı bir sahne vardı hani, Harrison Ford’un da gençliği bir içim su tabii. Ama yine de sanırım ondan çok Melanie Griffith’e hayrandım ben. Çok güçlü, çok komik. Yapaylığa düşmeyen bir seksiliği var. Onun gibi kadınları görmeyi özlüyoruz sanırım.”
Yıllar önce yaptığım bir röportajda, bana büründüğüm rolleri setin dışına da taşıyıp taşımadığım, eve gittiğimde kendim olup olamadığım sorulmuştu. Ben, canlandırdığım karakterlerin normal hayatımı etkilemediğini söylediğimde, odada bulunan karım kahkaha attı. Meğer, o sıralar oynadığım, insanları diri diri gömmek gibi korkunç yöntemlerle öldüren acımasız, psikopat adam rolünün evde yansımaları olmuş, o süreçte birlikte yaşanması çekilmez biri haline gelmişim.
Çocuklara ne yapıyorlar böyle, her animasyon filminde birileri ölüyor mutlaka. Bütün o filmler çok depresif, hayatta zaten üzücü çok olay var. Ben ve kızım artık bu filmleri seyretmek istemiyoruz. Bundan sonra yalnızca klasik romantik komedileri ve müzikalleri seyredeceğiz. Üzülmek istemiyorum daha fazla.
Silence filminde bir rahibi oynamanın en yoğun tarafı sürekli dua etmekti. Daha önceden hiç dua ettiğimi hatırlamıyorum ancak bu film sayesinde, ulvi bir güçle bağlantı kurdum, adına ister Tanrı ister sevgi deyin. Dua etmek bana çok doğal gelmeye başladı, aslında hepimizin her zaman, bir şekilde dua ediyor olduğumuzun farkına vardım. İbadet etmek ve uhrevi bir güçle bağ kurmak insani bir içgüdü. Modern çağın kültürü ne yazık ki bizi
gerçek olmayan, boş şeylere tapınmaya zorluyor. Bir yıl boyunca, özümüzde
neye özlem duyduğumuza ve bu özlemi gidermek için nereye gidebileceğimize, ne yapabileceğimize ilişkin araştırmalar yaptım. Aslında günlük hayatımızda evrenden gelen işaretlerle sürekli karşılaşıyoruz ancak başımızı telefonlarımızdan kaldırmaya zaman bulamadığımızdan, onları göremiyoruz.
Rol yapmaya meraklı bir çocuktum, aynanın önünde durup ağlamaya çalışırdım, değişik aksanlarda konuşmayı denerdim. Genellikle hayal dünyasında yaşardım ve Michael Jackson da bu dünyaya sık sık konuk olurdu. Beni yaşamakta olduğum hayattan kurtaracak prensimdi o. İkimizi evlenirken gösteren resimler çizerdim sonra da onun hayran kulübüne gönderirdim. Okul çıkışında beni kapıda karşılayıp, mutlu bir dünyaya kaçıracağını hayal ederdim. Kendimi hep Peter Pan karakterine benzetirim, Michael de bu ruhun beden bulmuş haliydi. O benim prensimdi.
Slumdog Millionaire’de başrole hak kazandığımda on yedi yaşındaydım. Filmin galasında, kırmızı halıda, annemle Londra’dan aldığımız berbat bir takım elbise ve okul ayakkabılarımla boy gösterdim. Rol arkadaşım Freida Pinto ise muhteşem görünüyordu. Onun yanında durmamın fotoğraflarda kötü bir etki yaratacağını söylediler ve hemen üstümü başımı, görünüşümü düzelttiler. Pretty Woman gibi bir deneyimdi.
Kırk yaşıma bastığımda, eşim Keith Urban beni Avustralya’da bir tepeye götürdü ve orada oturup beklememi istedi. Bana özel havai fişek gösterisi hazırlatmış. Yalnızca ikimiz için. Çok baştan çıkarıcı bir hediyeydi doğrusu. Aldığım ilk öpücüğü de hatırlıyorum. Okuldan kaçıp The Shining filmini izlemeye gitmiştik. Orada öpücükten başka yaramazlıklarımız da oldu, filmin çoğunu seyredememiştim. İnsanların bir şeyler vaat edip yapmamalarına çok takılıyorum. Bir de eşim telefona cevap vermediğinde sinirleniyorum, bu çok fena ama ne yapayım ki böyleyim. Cevap verene dek arayıp duruyorum, her arayışımda daha da telaşa kapılıyorum. İdare edilmesi zor bir insanım galiba. Geçen yıl Room filmini seyrettiğimde resmen mahvoldum. Yaşlandıkça daha duygusallaşıyorum ve savunmasız kalıyorum o yüzden hayatıma sokacağım herkesi ve her şeyi dikkatli seçmeliyim.
Kadınların erkeklerden daha iyi oyuncu olduğunu düşünüyorum. Tarihe bakarsanız, erkeklerin yönetimindeki bir dünyada hayatta kalmak için hep farklı roller oynamak zorunda kalmışlar zaten. En iyi erkek aktörler, feminen taraflarıyla barışık olanlardır, Marlon Brando buna iyi örnektir.
Emojilere bayılıyorum, özellikle başparmağı yukarda gösteren beğendi işaretine ve kalplere. Kırmızı elbiseli kadın emojisini de pek beğenirim, mesajlarımda sık sık yer alır. Mavi spiral ve namasteyi de çok kullanıyorum. Emojileri çocuklarımdan öğrendim, şimdi neredeyse kelime kullanmadan mesajlaşıyorum. Birkaç gündür hoparlör şeklindekine taktım, büyük gürültü koparıyor olduğumu anlatıyor.
Küçük bir çocukken en sevdiğim şey, film ve televizyon sitesiydi IMDB’ydi. Çocuk aktörlerle kendimi özdeşleştirir, onların doğumgünlerini filan ezberlerdim. Aktör olmayı gerçekten çok istiyordum. Şimdi düşününce, o aktörlerin doğumgünlerini ezberlemek seri katillerin yapacağı bir davranışa benziyor, hiç de hoş değilmiş doğrusu.